Bebek, doğumla birlikte kendini yabancı bir dünyada bulur ve ilk anlarından itibaren anne, onun için hem fiziksel hem de duygusal bir merkez haline gelir. Bu dönemde bebek, kendisi ile annesi arasındaki sınırları ayırt edemez; anne, bebeğin algısında sadece onu besleyen ve koruyan biri değil, aynı zamanda onun bir parçası olarak deneyimlenir. Bebeğin annesiyle kurduğu bu birleşik yapı, ilk aylarda en temel güvenlik kaynağını oluşturur. Annesinin sesi, kokusu ve teni, bebeğin kendini bütün hissetmesine olanak tanır. Bu süreçte bebek, ihtiyaçlarının annesi tarafından karşılanacağını ve böylece güvende olacağını içgüdüsel olarak bilir.

Zamanla bebek büyür ve kendisi ile annesi arasındaki farkı ayırt etmeye başlar.

Bu noktada anne nasıl hisseder?

Kendisinden ayrı bir varlık olarak bir bireyin yetiştiğini mi yoksa çocuğunu, kendi kimliğinin bir devamı olarak mı görür?

Ebeveynlerin çocuklarına karşı hissettikleri sevgi, insan doğasının en temel ve güçlü duygularından biridir. Bu bağ, çocuğun varlığının ilk anından itibaren gelişir ve hayat boyu süren derin bir ilişkiye dönüşür. Çoğu zaman, bu sevgi tamamen koşulsuzdur; ebeveynler çocuklarının hatalarını, eksikliklerini ya da zayıf yönlerini görmek istemezler çünkü çocukları bizzat kendileridirler. Ve kişi kendi zayıflığını asla görmek istemez. Hatta bazen eksikliklerimizi başkalarına atfederek kendimizi masumlaştırırız. Bazı durumlarda da başkalarının başarılarını görmezden geliriz. Başka yetişkinlerin ve başka çocukların başarılarını… Bu da aslında insanoğlunun algısının ne denli çarpık olduğunu bize gösterir. Ancak kendimi ve ancak kendi çocuğumu severim.

Peki ya başkaları?

Komşusunun çocuğunun yüksek notlar aldığını duyan bir anneyi düşünelim… Bu başarıyı çocuğun doğal yeteneklerine değil, belki de ailenin zengin kaynaklarına bağlarız. Bu durumda, diğer çocuğun başarısını, kendi çocuğumuzun başarısızlıklarını örtbas etmek için küçümseriz.

O halde gerçek sevgi nedir?

Gerçek sevgi, kişinin kendini ve kendi sevdiklerini aşarak, başkalarının ihtiyaçlarını ve mutluluğunu en az kendi ihtiyaçları kadar önemli görmesidir. Bu tür bir sevgi, sadece kendi çocuğumuzu değil, başkalarının çocuklarını da sevip onların başarısına içtenlikle sevinmeyi, onların eksikliklerini de şefkatle kabul etmeyi gerektirir. Bu sevgi, bireyin kendi benliğinin sınırlarını aşarak, tüm insanlığa yönelik bir bağlılık geliştirmesiyle ortaya çıkar; böylece dünya daha uyumlu ve bütünsel bir yer haline gelir.

Editör: Aynur DIRAĞAN